Kuyrukluyıldızım Mujica

kuyrukluyildizim-mujica

Hayatımın belli bir döneminden sonra hiçbir şey biriktirmedim ben.

Biriktirerek yaşamanın çoğumuza acılar çektiren, bedeller ödeten biz doğmadan önce kurulmuş bu düzenin varlığını sürdürebilmek amacıyla kafalarımıza çaktığı aptalca bir oyun olduğunu düşündüm hep. Kendimize ait hissedebileceğimiz şeylerin elimizden hızla alındığı, tüketildiği bir dünyada, insanların içlerindeki derin boşluğu yalnızca biriktirerek aşabileceklerini sanmaları bana hüzünden başka bir şey vermiyor.

Bazılarınızın ‘’Bunlar ayakları yere basmayan yaklaşımlar.’’ dediğinizi duyar gibi olsam da, biriktirmeden yaşamayı haklı kılan iki sağlam gerekçem var: Birisi kendimle ilgili, diğeri de Uruguay Devlet Başkanı Jose Mujica’nın söyledikleri. Önce Mujica’nın içime su serpen yaklaşımlarına kısaca değinmeliyim. Onun ‘’Başka hayat mümkün.’’ dercesine gerçekleştirdiği bir söyleşide yaşam biçimini, dünyaya bakış açısını okuduğumda, evrende yalnız olmadığımı öğrenmek doğrusu heyecan vericiydi. Düşünsenize, sizin kullanımınıza ayrılmış başkanlık sarayında oturmak yerine, eşinizle beraber başkent Montevideo’nun dışındaki bir çiftlik evini tercih ediyorsunuz. Kurşun geçirmeyen zırhlı, karanlık yüzlü, siyah camlı, uçak büyüklüğünde araçlara binmek yerine, 87 model külüstür, sevimli Vosvos’unuzla gidip geliyorsunuz kente. Dönüşte motorun gürültüsünü ta uzaklardan tanıyarak yola fırlayan üç bacaklı köpeğiniz Manuela karşılıyor sizi. Manuela’nın bakışlarından çok uzun zamandır çiftlikte yatıp kalktığı, sizi ve orayı sonuna kadar sahiplendiği hemen belli oluyor. Belli olmayan dördüncü bacağını nerede ve nasıl yitirdiği.

Yazıların arasına serpiştirilmiş fotoğraflara bakarken ‘’Acaba bunlar gerçek mi?’’ diye mırıldandım. Sonra fotoğrafları bütünleyen söyleşiyi okudukça, dünyada biriktirmeden yaşayan iki kişiden diğerinin Jose Mujica olduğuna kesin inandım. Mujica gerçek yoksulların, yaşamdan sürekli bir şeyler talep eden ve elde ettikleriyle yetinmeyen insanlar olduğunu, elinde küçük bir bavulla dolaşma özgürlüğünün istediği hayatı sürdürmek için yeterli zamanı yarattığını söylüyordu. Ona göre asıl özgürlük yaşamak için kazanılan zamanda gizliydi. Kader ortağım, düşünce yoldaşım ‘’Çok fazla mülke sahip değilseniz, kendinizi köle gibi çalışmak zorunda hissetmezsiniz.’’ diyordu.

İnsanın düşüncelerini gönül rahatlığıyla paylaşabileceği alanlar bulmasını paha biçilmez bir değer olarak görenlerdenim. Mujica’ya rastlamasaydım şimdi anlatacaklarım belki de eksik kalacaktı. Ne eksik, ne de fazla, böyle bir adamım işte: Biriktirmeden yaşayan, birikmesi muhtemel şeyleri belirli zaman aralıklarıyla elinden çıkaran birisi.

Bunların başında da kitaplarım geliyor.

Çok okumama karşın evde kitaplığın bomboş durduğunu söylesem inanır mısınız?

Kitaplar yalnızca anlattıklarıyla değil, onları okuduktan sonra kurguladığım gizli oyunlarla başka ortamlarda da maceralarını sürdüren varlıklar benim için. Buradaki amacım temelinde Mujica’nın söyledikleriyle örtüşse de, asıl varmak istediğim nokta biraz daha farklı.

Zamanı tam anımsayamıyorum, o gün kentin tenha bir parkında başladı her şey. Bitmesin diye gözünün içine baktığım romanın son bölümündeydim. Evet, güzel şeyler bitmemeli. Ama ne kadar oyalanırsam oyalanayım sayfalar tükenmek üzereydi. Kahramanlarımla öylesine vedalaşmalıydık ki, beraber geçirdiğimiz süreye yakışır bir ayrılık olmalıydı bu. O nedenle seçmiştim parkı: Sessizlik ve yalnızlık. Çevresini sonbahar yapraklarının kuşattığı ortadaki havuzu en iyi açıdan gören banklardan birisine oturmuştum. Kıpırtısızlığı yalnızca şadırvandan dökülen suyun şıpırtıları bozuyordu. Kitap havuzdan yayılan sesler eşliğinde bitti. Yüksek atkestanelerinin gölgesindeki parkın ıssızlığına daldım. Sonbahar güneşi ağaçların geniş dallarından sıyrılıp aşağılara uzanamıyordu. İşte ilk defa o an düşündüm: Beni etkileyen, okuduğum süre boyunca içimi allak bullak eden karakterler yaşamaya devam etmeliydiler. Onları tozlu raflara tıkarak öldürmek yerine, başkalarıyla tanışmalarına da olanak sağlayacak bir şeyler yaratmalıydım. Banktan kalkarken romanı orada bırakmaya karar verdim. Bakalım onu kim bulacak ve istemeden de olsa sayfaların arasına gömdüğüm dostlarıma beklediğim ilgiyi gerçekten gösterecek miydi? Heyecanlıydım. Biraz ilerledikten sonra dönüp baktım. Altı üstü bir kitaptı işte ama dayanılmaz biçimde merak ediyordum. Parkın daha ilerde, kuytu bir köşesinde durup gizlendim. Uzaktan izliyordum. Az sonra oranın güvenliğinden sorumlu elemanlardan birisi banka yaklaştı, kitabı aldı, sağına soluna baktı, çevreyi inceledi, kimseleri göremeyince onla beraber yolun girişine yerleştirilmiş kulübeye yöneldi, içerdeki diğer güvenlikçiyle gülerek bir şeyler konuştu ve kahramanlarımı ona emanet ederek yeniden dolaşmaya başladı. Ertesi gün, gece boyunca artan bir merakla parka geldiğimde, ilgilenmiyormuşçasına kulübenin önünden geçtim. Kitabı bulan, masanın başına çökmüş kıpırdamadan okuyordu.

İşte böyle başladım biriktirmemeye ve bende kalanları paylaşmaya.

Belki de Mujica ile düşünceyi eyleme dönüştüren yoldaşlığımın ilk adımı bu oldu.

İlk paylaşımdan sonra lunaparkların uçan sandalyeleri gibi yavaştan yükselerek hız kazandı romanların, öykülerin son bölümlerini pastanelerde, otobüs duraklarında, terminallerde, şehirlerarası yolculuklarda, metroda okuyarak oralarda bir yerlere bırakma alışkanlığım. Parktaki güvenlik görevlisiyle tetiklenen masum oyunum değişik yaş gruplarından öğrenciler, sevgililer, yaşını başını almış emekliler, şık giyimli hanımlar, gergin suratlı adamlar, hayat yorgunu kadınlar, yolda ne bulurlarsa alıp eve götürmeye meraklı hırsız ruhlu ihtiyarlarla beraber eğlenceli bir panayıra dönüştü. Oyunu kurgulayan ve oynayan bendim ama onun hangi yönde ilerleyeceğine ve nasıl sonuçlanacağına ilişkin en ufak etkim yoktu. Örneğin otobüs durağındaki boş sıraya bıraktığım romanı kimin alacağını önceden kestirebilir miydim? Belki de son bölüm adlı uyduruk oyunumun en güzel yanıydı bu. Durakta bekleyenlerden yoldan geçenlere kadar uzanan, kime çıkacağı belirsiz milyonda bir olasılıktan söz ediyorum. Yalnızca her defasında tek isteğim oluyordu: Kahramanlarımı sahiplenmeye hazır, onlara hak ettikleri sıcaklığı, ilgiyi gösterecek birisini arıyordum ben. Otobüs durağı örneğini de aynı nedenle verdim. Yine o gün romanımla vedalaşıp durağı karşıdan görecek bir noktaya doğru ilerlerken kendimi zor tutuyordum. Kitap az kalsın karton, gazete toplayan çocuklardan birisinin torbasına iniyordu. Hurdacının sağından solundan akan kalabalığın arasındaki kararsızlığı, kahramanlarımı kese kağıdına dönüşmekten son anda kurtardı. Sıranın diğer ucunda oturan adam kitabı görmüş ama hiç ilgilenmemişti. Kim bilir neler geçiyordu aklından. Sonra epeyce kilolu bir kadın kan ter içinde yaklaşıp, önce boş sıraya ardından yandaki adama bakıp bir şeyler sormuştu. Hayır, kitap onun değildi, kimin olduğunu da bilmiyordu. Kadın şu cehennemi andıran kentin karmaşasında, başlarına geleceklerden habersiz (ki ben de habersizdim) yapayalnız bekleyen dostlarımı, arkaya hoyratça ittirip soluk soluğa oturmuştu. Durağın sürekli değişen yolcuları otobüsleri gelip gittikçe, kahramanlarım bir oraya bir buraya kayıyorlardı sıranın üstünde. Sonunda sırt çantalı öğrenciye benzeyen o kız, kalabalığın azaldığı sırada fark etti emanetimi. Kitabın unutulduğu, kimseye ait olmadığı belliydi. Hiç çekinmeden alıp karıştırmıştı sayfalarını. Hani neredeyse okumaya başlayacağı sırada, durağa yanaşan otobüsü görüp aceleyle çantasına atmıştı onu.

İşte bu coşkuyu bütünüyle tanımlamam olanaksız. Bizim bile severek yaşayabileceğimiz hayatları seçme şansımızın olmadığı dünyada, kitaplarımı onları sahiplenecek ellerle buluşturma çabam aslında içimi burkuyor, üzülüyorum. Belki de sevgili dostum Mujica ile beraber evrenin sonsuzluğunda dolaşan iki kuyruklu yıldızız biz. Hayallerimizi gerçeğe dönüştürünceye kadar boşluğun sonsuzluğunda gezinip duracağız. Gerçi Mujica daha şanslı. En azından ülkesinde dönüşümüne tanık olduğu önemli adımlar atmış. Yani benim kitaplarıma yaşamlarını sürdürebilecekleri sıcak yuvalar bulma derdimin çok ötesinde, somut girişimler bunlar. Ta firavunlardan günümüze değin bütün diktatörlerin, kendi yoksul halklarının boğazlarından keserek topladıkları vergilerle tapınaklar, saraylar kurduğu dünyamızda, derme çatma bir çiftlik evinde yaşama kararlılığı neyi nesidir? Ya da ‘’Azla yetindiğimiz için çoğu insandan daha az endişemiz var.’’ diyen bir devlet başkanının, binlerce dolar tutarındaki maaşının büyük kısmını gereksinmesi olanlara bağışlaması, üzerinde durmaya debelendiğimiz gezegenin değerleriyle örtüşüyor mu? Bu açıdan bakıldığında daha çok Mujica’nın görkemli parlaklığının peşine düşmüş, ondan yansıyanlarla ışıldamaya çalışan kendi halinde bir kuyruklu yıldızım ben. Kitaplarla tetiklenen, sonrasında katlanarak büyüyen biriktirmeme alışkanlığım, süreç ilerledikçe belki de Mujica’ya daha çok benzemeyi amaçlayan bir istekten öteye anlam taşımıyor. Ama yine de umutsuz değilim. Hele son bölüm oyununa odaklı tren yolculuğumun ardından ulaştığım noktayı düşünecek olursam, hiç de yabana atılmayacak bir yolu geride bıraktığımı apaçık görebiliyorum.

Ah, unutulmaz bir yolculuktu o.

 Ferhan Şaylıman

Yorum Yap

Yorumlar